MATEMATİK KORKUSUYMUŞ MEĞERSE!
Yıl 1995. Çalıştığım üniversitenin rektörü çağırdı: ‘6 ay sonra New York’da Cold Spring Harbor Labrotory’de büyük bir sempozyum var, orada Nanobakterilerle ilgili buluşunu anlatmanı istiyorum. 2000 kişilik çok büyük bir toplantı olacakmış. Ne dersin?’ dedi. Havalara zıplayıp sevindiğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Tiyatroculara taş çıkartacak bir göstermelik sevinçle ‘tabi neden olmasın’ dedim. Üniversitede 20-30 kişilik öğrenci grubuna ders anlatmak başka, 2000 kişiye yeni bir buluşu ilan etmek başka. Hem de Nature, Science gibi dergilerin editörleri, beyin avcısı iş adamları, dünyaca tanınmış bilim insanları, Nobel ödüllü süper beyinler hep orada olacaklar. Daha 6 ay var diyerek rahatlayacağıma sadece 6 ay var psikolojisiyle uykularımı kaçırmıştım. Ciddi bir anksiyete yaşıyordum. En büyük korkum yabancı dilimin aksanlı olmasıydı. Anlayacaklarmıydı beni?
Ertesi sabah aynanın önüne geçtim, başladım kendi kendimle konuşmaya: ‘Bak Neva, toplum önünde konuşmak kolay değil. Yüzlerce insanın gözleri sana dönük, önünde mikrofon konuş konuşabilirsen… Konuşmasına konuşursun da karşındakilere gereken mesajı verebilmek için ağzından çıkan her kelimeye heyecandan konsantre olabilecekmisin? Anlatacağın konu çok yeni, anlamalarını sağlayabilecekmisin? Saçmalarsan gülerler adama… Yanlış anlaşılmak da var işin içerisinde. Mimikler de önemli. Robot gibiysen kimse dinlemez, çok oynaksan bu sefer de ciddiye alınmazsın. Kıyafetin saygın, abartıdan uzak, saçın başın düzgün olmalı. Söylemeye gerek yok, sen de biliyorun ki ses tonun aslında insanları dinler kılmakta en etkin unsurlardan biri… Ne uykudan yeni kalkmış gibi fısır fısır, ne de önündeki mikrofonu patlatırcasına gümbür gümbür… Vurugulamaların, kelimeleri artiküle edişin, herşey tam kıvamında olmalı… Hele kağıttan okumak en büyük yanlış. İrticalen konuşacaksın. Kendinden emin ve doğal olmalısın. İlkokul çocukları bile upuzun şiirleri ezberlerken sen ‘ben bu konuyu biliyorum’ diyen bilim kadını …sen ne konuşacağını kağıttan mı okuyacaksın?’
‘Kendi kendine konuşana deli derler’ denir ya… hiç de doğru değil. Bence her insan sık sık kendi kendiyle konuşmalı, hesaplaşmalı. Bu aynayla hesaplaşmamın ardından bir aylık yaşadığım anksiyeteyi takiben yorgun ama kararlı bir konuşma daha yaptım kendimle. Hem de kısacık ve etkili bir konuşma: ‘Neva! O 2000 kişi içerisinde bu konuyu senden iyi bilen yok. Git ve öğret!’ işte bu! Rahatladım, hazırlandım, telkin, telkin ve yine telkinle bütün gücümü topladım ve 6 ay sonra New York’a uçtum.
Sempozyumun 2. gününde en son konuşma benimkiydi. Salona adım attığımda ne telkin kaldı, ne de konsantrasyon. Heyecanım tavan yapmıştı. Avuçlarım terlemiş, kalbim göğüs kafesimden fırlayacak gibi çıldırmıştı. ‘Finlandiya’dan Neva Çiftçioğlu’ cümlesini duymamla birlikte kendimi mikrofonun önünde buluverdim. Tam 1700 kişilik bir kalabalık! Projektörlerden dolayı sadece ön 2 sırada oturanları görebiliyordum. Ağzım tam takır kurumuştu. Yahu bir bardak su! Kürsüye bir göz gezdirdim, hah, su varmış. Küçük şişe suya yapıştığım gibi (yanındaki bardağa dökme zerafetini es geçerek) kafama diktim. Mikrofon o kadar hassas ki bütün anfide her yutkunuşum full surround, Jurassic Park filmindeki dinazorun adım sesleri gibi yankılanmaya başladı: Gurk….gurk….gurk…. Bir an durdum, ve kendi halime elimde olmadan sesli güldüm. Ben gülünce anfiden de bir kahkaha yükseldi. ‘Sabahtan beri sizleri dinliyorum. Her konuşmacı ne kadar da rahat konuşuyor, benim heyecandan ağzım burnum kurudu’ deyince bir kahkaha daha koptu. Önden konuşma yöneticisi (chairman): ‘heyecanlanman çok doğal, heyecanın olmasaydı bilim aşkın olmazdı. Hepimiz heyecanlanıyoruz, merak etme’ dedi. Biraz olsun rahatlamıştım. 45 dakika zevkle, kalbim çarpmadan, sesim titremeden, hatta aralarda fıkralar anlatarak konuşmamı tamamladım. Daha sonraki günlerde şahane bilimsel konuşmalar dinledim. İki hafta sonunda sempozyum bittiğinde veda galasında sempozyumun en güzel konuşması olarak benim konuşmamın seçilmesi benim için bir dönüm noktası olmuştu.
Bu upuzun hikayeyi neden anlattığıma gelince: Geçen hafta Minnesota Üniversitesi, eğitim psikolojisi uzmanları çok ilginç bir açıklamada bulundular: ‘Çocukluğunda matematiği zayıf olanlar toplum önünde konuşmakta zorluk çekiyorlar’. Matematik öğretmenlerinin özellikle 10-12 yaşlarındaki öğrencilerde eğitim sırasında oluşturdukları anksiyete meğerse ciddi bir travma olarak yakamızı bırakmıyormuş. Çünkü ‘matematik anksiyetesi beynimizin kendimize güven kısmını etkiliyormuş ve büyüdüğümüzde toplum önünde konuşmakta zorlanıyormuşuz. ‘Peki ya Biyoloji, Fizik dersleri… Onlar anksiyete yapmıyormu’ sorusunun yanıtı ise çok ilginçtir ki: Hayır! Bu anksiyete sadece matematiğe has. Psikologlar bu yüzden aile ve eğitimcileri ‘çocukları matematikte zorlandıklarında, bunun sorun olmadığını, herkesin matematiği öğrenme hızının farklı olduğunu hatırlatmaları konusunda uyarıyor. Matematiği öğrenmenin en güzel yolunun hikayeler, bilmeceler ve oyunlarla olabileceğini hatırlayan çok az sayıda eğitimci var malesef.
Çocukluğumu düşündüm de… ilkokul ve ortaokuldayken matematiği hakikaten pek hazetmezdim. Ama sonradan bir çok kişinin çözemediği problemleri çözer olmuştum. Onun için sabırlı olun, zorlamayın çocukları. Sonra toplum önünde konuşmaya kalktıklarında benim gibi ağızları çöl gibi kuruyuverir.