BİR KÜP, BİR KALP, BİR VATAN



TEK bir noktadan damla damla sıva içerisine sızan suyun koca bir binada oluşturabileceği hasar, binanın temeline yerleştirilen bir dinamitin vereceği zarar kadar büyük olabilir. Damlacıklar sessizce incecik çatlaklardan kendine yol bulup kararlı bir şekilde ilerlemeye devam ederken yanı başında yaşayanlar olayın farkına bile varmazlar. Su zerrecikleri bir noktada buluşuncaya ve varlıklarını gizleyemeyecek kadar çoğalıncaya kadar problem içten içe büyür, dallanır budaklanır ve bazen onarımı imkânsız hale getirir.

Vücudumuzdaki kanser hastalığı da aynı “strateji”yle oluşur ve yayılır. Tek bir hücre olarak belirir. Sinsice çoğalıp büyürken her şeyin kontrolümüzde olduğunu sanan bizler bir anda beliren semptomlarla olayın farkına varırız. Zarar gördüğümüz an neler yapılabileceği konusunda önceden denenmiş yöntemleri bir bir uygulamaya başlamak (sığındığımız binayı, yaşadığımız bedeni geri kazanmaya çalışmak) tek çaremizdir.

Polonya, İsviçre, İngiltere, Brezilya, Amerika, Çin, Portekiz ve Alman bilim insanları, bir bütünün tamamen yıkılması için verilecek zararın miktarını ölçmek amacıyla ortaklaşa ilginç bir araştırma yapmış ve geçen hafta Physical Review Letters Dergisi’nde yayımlamış. Yapılan testte bir kenarı 6 santiletre olan küp şeklindeki bir odun parçası “zarar verilecek bütün” olarak seçilmiş. Sorulan soru: “Bir matkapla kaç delik açmamız gerekir ki elimizdeki bu ağaç küp yıkılsın?” Gelişigüzel delikler açıp çok çeşitli kombinasyonlar uygulayarak yıllarca süren denemelerin ardından bir sonuca varmışlar: Her yüzeye 13’er delik ya da toplam 39 delik açıldığında bir bütün halindeki ağaç küp (hangi materyalden olursa olsun) parçalara bölünerek yıkılıyor. “Eee ne olmuş yani? 8 ülkenin bilim insanları bir araya gelerek ortada bir küp, ellerinde bir matkap -başka işleri yokmuş gibi- yıllarca delik açmış, ardından da ‘39 delik açınca küp parçalara bölünüyor’ diye ortaya bir fikir atmışlar da ne olmuş?” diyesi geliyor insanın… Değil mi? Ama konu o kadar basit değil. Elde edilen bu sonuç, bütünü oluşturan maddenin sertliği, açılan deliklerin boyutları gibi detaylarla bir araya getirilince “birçok maddenin kritik dayanma noktası”nın hesaplanabileceği bir formülü ortaya çıkarıyor. Bu formülle sadece her türlü bina ve köprülerin, uçaklarda ve roketlerde kullanılan yüzey maddelerinin gücü ölçülmüyor. Bu formülle enzimlerle (ya da virüslerle) bir hücrenin parçalanma süresi, kanser hücrelerinin yayılma parametreleri, organ ve dokuların dayanıklılığı gibi birçok biyolojik olay da tespit edilebiliyor. Böylece bu ölçümlere bağlı olarak pek çok yapıda onarımların, hastalıklarda tedavilerin ne kadar süre içerisinde etkin olması gereği göz önünde bulundurulabilecek.

Araştırmayı okurken yine kendi kendimle konuştum durdum. Pek de bilimle ilgisi olmayan sorular uçuştu kafamda: “İlk delik açıldığı anda o küp artık -normal- küp değil ki” dedim mesela… “O küp her bir delikte daha da değişerek bambaşka bir şekle bürünüyor. Dayanma gücü ilk delikten itibaren farklı bir şeklin dayanma gücü olmuyor mu?” diye kafamdan geçirdim. Hani serde azıcık romantiklik de var ya, “Elde edilen o formülle bir kalbin dayanma noktası da ölçülebilir mi acaba?” diye merak ettim. Kaç kötü söz, kaç yalan, uğranan kaç haksızlık ve kaçıncı kez sevdiğini kaybetmek bir kalbi yıkar? Ya bir vatan? Kaç ihanet ve saldırı, kaç sömürü ve manipülasyona dayanabilir? Hasarı veren şey küçük de olsa, bir kerecik de vursa, bazen yıkım o fiskeyle, o bir kereyle gerçekleşmez mi?

Farkında olmadan sırf bir inat ve ego uğruna kaybettiğimiz çok şey var. Bir elimizde murç bir elimizde çekiç minik minik çentikler attık yurdumuza. Hepimiz! Birleşemedik, değer bilemedik, çok konuştuk, çok eleştirdik. ‘Bilmediğimiz konularda konuşma uzmanlığı’ geliştirdik. ‘Biliyorum internette okudum’ diyen, televizyonlarda, arkadaş toplantılarda söylenen, medyada yazılan herşeye inanan, soruşturmayan, gerçeği bulduğunu sanan kuklalar gibiyiz. ‘Ben bu ülkeye zarar verecek hiçbirşey yapmadım’ diyenler, ne acıdır ki ‘bu ülkenin yararı için de gerçekten de hiçbir şey yapmadıklarının’ fakına bir türlü varamadılar. Çoğunun okuma yazması var. En azından her çeşit ve görüşten kitap okuyabilirlerdi mesela… Her kültürden, her dinden ya da inançsızlıktan, farklı ülkelerin tarih uzmanlarının fikirlerini ince ince irdelermek için çaba gösterirdi. Neye karşı savaş verdiğini anlamak istemezmi aklı olan insan? İstanbul’da yaptığım bir konuşmaya katılan çoban İsmail kardeş bana ‘gazete yazılarını okudum, 2 hafta sigara içmedim, para biriktirdim, İstanbul’a bilet aldım, seni dinlemeye geldim. Bilime merakım var. Bu akşam geri dönüyorum abla’ dediğinde yaşadığım duygular tarifsiz. Her basiretsizliğimizi dönüp dolaşıp parasızlığa, yokluğa, koşullara, vakitsizliğe, ‘aaaah ahh nerdeee’ lere getiren bir güruh oluşturduk. Şimdi ‘evet’ ‘hayır’ kavagalarındayız. Neye evet neye hayır derken bile işin ciddiyetinin farkına varmayan, kafatasının içerisinde bezelye tanesi büyüklüğünde beyin taşıyan garip yaratıklar gibiyiz. Bir ömür boyu mutsuz bir hayat sunacak (sevmediği) paralı adama nikah masasında ‘evet’ diyen bir kadın, daha çabuk terfi etmek için en yakın arkadaşını arkasından vurmayı okeyleyen bir adam gibiyiz. Benim de hayatımda bir ton ‘evet’ ve ‘hayır’lar var. Hepsi de çok önemli kararlar. Kimi evet’lerim benim okyanusun taa ötesine attı, bazı hayırlarım beni parasız ama gururlu bir insan kıldı. Çoğu değişimlerim geri dönüşümsüz. Çok çok küçümsenmeyecek sayıda da ‘maleseflerim’ var. Yarım yüzyıllık hayatımda bana ‘yol ayrımına geldiğimde ne zaman evet ne zaman hayır demeliyim’ diye sorsalar tek bir yanıtım olurdu: Sana geçmişini özletecek hiçbirşeye ‘evet’ deme, sana ‘şu anda bulunduğum konumdan çok çok mutluyum, geçmişdeki hiç birşeyi de zerre kadar özlemiyorum’ dedirten koşullara da ‘hayır’ deme…. Bu arada da tek bir soru soru sor kendine ‘ kendime ve bu kararımı bağlayan her bireye karşı dürüstmüyüm, vefa borcu duymam gereken herhangi bir değer zarar görecek mi?’

Keşkesiz, malesefsiz, ‘kandırıldım’ bahanesine sığınmasız bir gelecek dileğiyle…

You may also like...

en_USEnglish